website stats
Çanakkale şehitliğini internetten gez
Google
                                                
     ANA SAYFA
     İLETİŞİM
     * KIBRIS DOSYASI
     PKK DOSYASI
     => PKK Konferansları ve Alınan Kararlar
     => PKKnın Gelir Kaynakları
     => PKK Terör Örgütünün Diğer Ülkelerle İlişkileri
     => PKK Terör Örgütünün İran’la İlişkileri
     => PKK Terör Örgütünün Eylemlerinden Örnekler
     => Bebek Katilinin Savunması
     => Öcalan Hakkında Hüküm
     => Örgütün İdeolojisi
     => PKK'nın kullandığı bayraklar
     => Kısaca Pkk.
     ERMENİ MEZALİMİ
     SİYASET DÜNYASI
     FİLİSTİN - İSRAİL GERÇEĞİ
     ERMENİ SOYKIRIMI
     BİLGİLENDİRİRCİ VİDEOLAR
     ZİYARETÇİ DEFTERİ
     IRAK'IN İŞGALİ 2003
     TEPKİLER DERYASI
     FOTOĞRAFLI KATLİAM DOSYASI
     E-Devlet
     ÇANAKKALE
     Ankete Katıl
     Saklı sayfalar





- Bebek Katilinin Savunması


SANIĞIN SAVUNMASININ DEĞERLENDİRİLMESİ
            
Her ne kadar sanık Abdullah ÖCALAN sözlü ve yazılı olarak sunduğu savunmalarında; Türk ve Kürt halklarının yüzyıllardan bu yana ortak devlet çatısı altında ve ortak vatanda birlikte yaşadıklarını, Mustafa Kemal Atatürk’ün önderlik ettiği Ulusal Kurtuluş savaşını birlikte verip, Türkiye Cumhuriyeti Devletini birlikte kurduklarını, her iki halkın, devletin asli kurucu öğesi olmasına karşın daha sonra devlet yönetimine Türk Milliyetçiliğinin egemen olup, .Kürt halkını inkara yöneldiğini, bu politika ve uygulamalara karşı PKK'nın 1970-1980 arası ideolojik, 1980-1990 yılları arasında da siyasi ve eylemsel olarak doğup geliştiğini, 1990’lı yallarda özellikle 1993’ten itibaren kendisini şiddetten arındırmak, barışçı bir çizgiye gelmek için dönüştürmeye çalıştığını, bu çabalar bağlamında Mart 1993 ve Aralık 1995 yıllarında tek taraflı ateşkes ilan ettiğini, ancak devletten olumlu cevap alınamaması ve örgüt içinde kontrol dışına çıkan kimi grupların gerçekleştirdiği eylemler nedeniyle ateşkes girişimlerinin sonuçsuz kaldığını, netice olarak sorunun şiddetle çözülemeyeceğini, ayrı bir Kürt devleti kurmanın gerekmediğini kavradığım, çözümün, bölünme, federasyon ve otonomiye gitmeden, demokrasiyi geliştirerek demokratik Cumhuriyetin siyasal birlik ve bağımsızlık çerçevesinde sağlanabileceğini, böyle bir çözüme çok büyük katkılar sunulabilmesi için, kendisine fırsat verilmesini, bu bakımdan davanın tarihsel önemi bulunduğunu, aksine şiddet uygulamaya devam edilirse önümüzdeki uzun yılların da büyük acı ve üzüntülerle geçeceğini, ülkenin insan, ekonomik ve doğal kaynaklarının büyük oranda yok olacağını ileri sürmüş ise de; bu savunmanın bazı bölümleri kabule değer görülmemiştir. Çünkü:
        
1- Türkiye Cumhuriyeti Devleti, nitelikleri Anayasa’nın 2. maddesinde sayılan bir hukuk devletidir. Bu niteliklere sahip bir devletin oluşumunun göstergesi olan egemenlik hakkının kayıtsız şartsız millete ait olduğu ve bunun Anayasa’nın koyduğu esaslara göre yetkili organlar eli ile kullanılacağı, Anayasa’nın 6. maddesinde açıklandıktan sonra 7-8 ve 9. maddelerinde bu yetkiler Yasama, Yürütme ve Yargı yetkisi olarak belirlenmiş, Yargı yetkisini Türk milleti adına bağımsız mahkemelerce kullanılacağı Anayasal bir kural haline getirilmiştir.
        
Anayasamızın “Yargı” başlığını taşıyan 3. bölümünde yer alan 143. maddesinde de “Devletin ülkesi ve milleti ile bölünmez bütünlüğü, hür demokratik düzen ve nitelikleri Anayasa’da belirtilen Cumhuriyet aleyhine işlenen ve doğrudan doğruya devletin iç ve dış güvenliğini ilgilendiren suçlara bakmakla görevli Devlet Güvenlik Mahkemelerinin kurulacağı” emredilmiş,
        
Bu buyruğa uygun olarak yürürlüğe sokulan 2845 Sayılı Devlet Güvenlik Mahkemeleri Kuruluş ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanunun 1. maddesinde de aynı hüküm yer almış, ve 9. maddesinde hangi suçlara bakacağı maddeler halinde sayılarak gösterilmiştir.
       
Öte yandan, ceza yargılamasının konusu bir kimsenin belli eylemlerinin Ceza Hukuku ve Ceza Yargılaması Hukuku bakımından değerlendirilmesidir. Ancak bu değerlendirme yapılırken, buna bir sınır çizilmesi de zorunludur. Bu bakımdan ceza davasının konusu iddianamede belirtilen maddi  olaylardır. Bu sınırlar içerisinde Hakim araştırma yapma ve tavsif etme yetkisine sahiptir. Nitekim bu ilkeler CMUK'nun 150. maddesinde ''Tahkikat ve hüküm yalnız iddianamede beyan olunan suça ve zan altına alınan şahıslara hasredilir.
      
Bu hudut dahilinde olarak mahkemeler istiklal ve hareket etmek hak ve görevine haiz olup, Ceza Kanununun tatbikinde kendilerine arzedilen iddialar ile bağlı değildirler.”        
257. maddesi de “Hükmün mevzuu duruşmanın neticesine göre iddianamede gösterilen fiilden ibarettir.       
Fiili takdirde Mahkeme iddia ve müdafaalarla bağlı değildir.” denilerek vurgulanmıştır.
        
Yukarıda gösterilen Anayasa ve Usul Yasası kuralları karşısında Mahkememizin geleceğe dönük, siyasal ve sosyal sonuçlar doğuracak şekilde karar vermesi mümkün değildir. Mahkememiz iddianamede dava konusu yapılan eylemlerden ötürü sanığı yargılayarak, suçluluğunu sabit görürse mahkumiyet, görmezse beraat kararı verme hakkına sahiptir. 

       
2- Türkler ile Kürtler yüzyıllardan bu yana birlikte yaşaya gelmektedir. Bu süreçte iki halk arasında doğal kültür erozyonu yaşanmış, kan bağları oluşmuştur. Tarihe bakıldığında Kürtlere (isyanlar hariç) hiçbir baskı yapılmadığı görülür. Kürtlerin inkarı savı da doğru değildir. Sanığın da kabul ettiği gibi Yavuz Sultan Selim döneminde Padişahın istemesine rağmen Kilit beylikleri ayrı devlet olarak değil, Padişahın göndereceği beylerbeyi sorumluluğunda ortak devlet çatısı altında yaşamayı çıkarlarına uygun bulmuşlardır.
       
Erzurum ve Sivas Kongreleri’nde benimsenen, Osmanlı Meclis-i Mebusanı'nca da kabul ve ilan edilen Misak-ı Milli’nin bir maddesinde Mondros Mütarekesinin imzalandığı 30 Ekini 1918 günü, mütareke sınırları içinde dinsel, kültürel amaçlı ve amaç bakımından birlik oluşturmuş, birbirlerine karşı saygı ve fedakarlık duyguları ile dolu ırkı ve toplumsal hakları ile coğrafi konumlarına bütünü ile saygılı Osmanlı İslam çoğunluğunun yerleşik bulunduğu bölümlerin tamamının gerçekte ve yasal olarak hiçbir nedenle ayırım yapılması mümkün olmayan bir bütün olduğu hükmü kabul edilmiştir. Kurtuluş Savaşı’nda da Misak-ı Milli’nin bu hükmü aynen benimsenmiştir. Kurtuluş Savaşı iyi incelendiğinde Atatürk’ün, Misak-ı Milli’nin çizdiği sınırlar içerisinde yaşayan halkın tamamını bir bütün olarak gördüğü, bölgesel güçleri birleştirmeye çalıştığı ve düşmana topyekün milletin gücü ile karşı koyduğu görülür. Bu cümIeden olarak;
          
- Amasya Genelgesi’nde “Milletin bağımsızlığını yine milletin kesin kararı ve direnişi kurtaracaktır” denmiştir. Bu genelgede Mondros Mütarekesinde kabul edilen sınırlar içerisinde yaşayan nüfusun tek bir millet olarak görüldüğü açıktır.
          
- Erzurum Kongresinde: Trabzon Müdafa-i Hukuk Cemiyeti ile Doğu vilayetleri Müdafa-i Hukuk Cemiyetleri bir çatı altında birleştirilmiş ve “Trabzon ile Canik Sancağı ve Doğu illeri adını taşıyan Erzurum, Sivas, Diyarbakır, Elazığ, Van, Bitlis ve bağımsız Liva’ların hiçbir sebeple bahane ile birbirinden ayrılmaz bir bütün olduğu” karar altına alınmıştır.
         
- Sivas Kongresi’nde de “Bütün yurttaki Müdafa-i Hukuk Cemiyetleri, Anadolu ve Rumeli Müdafa-i Hukuk Cemiyeti adı altında birleştirilerek, Erzurum Kongresi’nde kararlaştırılan her türlü işgal ve müdahaleye karşı toptan direnme kararı perçinlenmiştir.
        
- Yukarıda özetlendiği gibi gerek Erzurum, gerek Sivas Kongreleri’nde alınan kararlarda ve gerekse Misak-ı Milli hükümlerinde ayrıca Kürtlerden bahsedilmemektedir. Bunun nedeni, kurulacak devletin ırk esasına dayandırılmak istenmemesidir. Nitekim, bu ilke Türkiye Cumhuriyeti Anayasalarında aynen muhafaza edilmiştir. Halen yürürlükte bulunan 1982 Anayasasının başlangıç kısmında “...Her Türk vatandaşının bu Anayasa’daki temel hak ve hürriyetlerden eşitlik ve sosyal adalet gereklerince yararlanarak milli, kültür, medeniyet ve hukuk düzeni içinde onurlu bir hayat sürdürme, maddi ve manevi varlığını bu yönde geliştirme hak ve yetkisine doğuştan sahip olduğu, topluca Türk vatandaşlarının milli gurur ve iftiharlarda, milli sevinç ve kederlerde, milli varlığa karşı hak ve ödevlerde, nimet ve külfetlerde ve millet hayatının her türlü tecellisine ortak olduğu, birbirinin hak ve hürriyeti erine kesin saygı, karşılıklı içten sevgi ve kardeşlik duyguları ile yurtta sulh arzu ve inancı içinde huzurlu bir hayat talebine hakları bulunduğu” açıklandıktan sonra, ikinci maddesinde “Türkiye Cumhuriyeti toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, İnsan Haklarına saygılı, Atatürk Milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan demokratik ve laik bir hukuk devletidir.” 10. maddesinde “Herkes dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayrım gözetmeksizin kanun önünde eşittir.
Hiçbir kişiye, aileye, zümreye ve sınıfa imtiyaz tanınamaz.
Devlet organları ve idare makamları bütün işlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadırlar.”
12/1. maddesinde “Herkes kişiliğine bağlı dokunulmaz, devredilmez, vazgeçilmez temel hak ve hürriyetlere sahiptir...”
17/1. maddesinde “Herkes yaşama, maddi ve manevi varlığım koruma ve geliştirme hakkına sahiptir...” şeklindeki hükümler de, bu yargımızı teyit etmektedir. Ayrıca Anayasanın 13,14,15 ve 16. maddelerinde temel hak ve özgürlüklerin sınırlanabileceği belirtildikten sonra bunun koşulları da gösterilmiştir.

Bu maddelerde kabul edilen ilkeler uluslararası sözleşmelerde kabul edilen ilkelere de uygundur. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 10/2 ve 11/2 maddelerinde, Anayasa’nın 13. ve 14. maddelerine paralel hükümler bulunmaktadır.
        
- Nitekim ülkemizde insanların kendilerini her bakımdan serbestçe geliştirebildikleri bir ortam mevcuttur: Irk, dil, din, cinsiyet farklılığı gözetilmeksizin herkes devletin sunduğu olanaklardan eşit olarak yararlanmakta; Devletin üst düzey yönetim kademelerine kadar yükselerek,  “örneğin Cumhurbaşkanı, TBMM Başkanı, Başbakan, Bakan, General, Vali, Hakim ve Cumhuriyet Savcısı vs.” olabilmektedirler.

Sıkıyönetim ve Askeri İdare döneminde getirilen dil yasağı, sakıncası anlaşılarak 1991 yılında kaldırılmış; Kürtçe radyo yayını yapılması, gazete ve dergilerin serbestçe basılarak satılması sağlanmıştır. Herkes günlük yaşamında anadilini hiçbir sınırlama olmadan konuşabilmektedir. Uygulamada ortaya çıkan ufak-tefek aksaklıkların da, demokratik ortam içerisinde her zaman çözülebileceği görülmüştür. Toplumumuzda etnik kökenlerine bakılarak hiç kimseye kesinlikle bir baskı ve inkar politikası uygulanmamaktadır. İnsanlarımız arasındaki iktisadi ve sosyal ilişkiler en üst düzeyde olup birbirlerini dışlama söz konusu değildir. Yüzyıllardır kız alıp vermektedirler. Batı Anadolu Bölgesi’ndeki büyük kentlere göç eden Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgesi kökenli insanlarımıza herhangi bir soğukluk gösterilmemekte, kısa sürede kaynaşma sağlanmaktadır. Ülkede yaşayan her insan anayasal vatandaşlık temelinde 1. sınıf vatandaş olarak kabul edilmektedir.
          
Özetle: Kürt kökenli vatandaşların mutluluğu, Türklerle birlikte yaşamaktan geçmektedir. Yüzyıllardan beri aynı vatanda gerçekleşen ortak yaşam olgusu, meydana gelen akrabalık ve kaynaşma, birlikte yaşama arzusu, bizi bu gerçeğe götürmektedir. 
          
Yukarıda açıklanan gerekçelerle, Kürtlerin inkar edildiği ve baskıya maruz kaldığı yönündeki savunma, haklı bulunmamaktadır. 
          
3- Kararın “Terör örgütü PKK'nın kuruluşu, amaç ve programı, yapısı, stratejisi, eylem ve faaIiyetleri” bölümünde ayrıntıları ile açıklandığı üzere,

a) Mayıs 1990’da yapılan II. Konferans’ta toplu gösterilerin tırmandırılması, Fırat-Dicle Bölgesi’nin ayaklanma bölgesi haline getirilmesi yönünde karar alınması,
b) Aralık 1990’da yapılan IV. Kongre’de sözde Kürdistan’daki bütün devlet kuruluşlarının düşman ilan edilmesi, halk ayaklanmasının yaygınlaştırılması, eylem hücrelerinin oluşturulması, santraller gibi ekonomik kuruluşların imhası, Hükümet Konaklarına el konulmasının kararlaştırılması,
c) Sanık tarafından yazıları Ocak-1992 tarihli “Ayaklanma Taktiği Üzerine Tezler ve Görevlerimiz” adlı broşürde, halkın ayaklanma istediğinden bahsedilmesi,
d) Mart-1994’te yapılan III. Konferans’ta, silahlı eylemlerin tırmandırılması kararının alınması,
e) Sanığın kaleme aldığı Haziran-1994 tarihli “Serxwebun Gazetesi”nde çıkan “Ordu ve savaş gerçekliğine doğru yaklaşmayan anlayışları yerle bir edelim” başlıklı yazıda, gerilla tarzı, hareketli çatışma yöntemlerinin uygulanmasının istenmesi,
f) Ocak 1995’te yapılan V. Kongre’de;
    - Savaşan bir halk ordusu yaratılması, ortama göre gerilla tarzı eylemlere geçilmesi, ajan ve geçici köy korucuları ile ailelerine imha şeklinde yönelinmesi, büyük-küçük ekonomik tüm hedeflerin tahrip edilmesi, Devletin güvenlik kuvvetlerinin tasfiyesi ve eylemlerin tüm ülkeye yaygınlaştırılması kararlarının alınmış olması,
g) Mayıs-1996’da yapılan IV. Konferans’ta; silahlı eylemlerin yaygınlaştırılması, kalabalık yerleşim yerlerine baskınlar düzenlenmesi, intihar eylemlerinin gerçekleştirilmesi kararlarının alınması,
h) Sanığın yazdığı “Kürdistan’da Zorun Rolü” isimli kitapta; “Kürt halkı kurtuluş mücadelesini bazı alan ve eylem biçimlerinde sınırlayamaz. Her yerde silahlı mücadelelerini ve her türlü eylem biçimini kullanarak direnmek zorundadır.” şeklinde görüş açıklanması,
ı) Sanık tarafından Aralık-1996 tarihli “Serxwebun Dergisi”ne verilen beyanatta; “Kentlere ineceğiz. Kent çatışmaları başlayacaktır. Neye mal olursa olsun, bir otobüse binmek zor değildir. Bir uçağa binmek zor değildir. Kendine bomba sarıp gidecek binlerce insanımız var.” denilmiş olması,
i) 8 Ekim 1998 tarihinde tüm partililer ve ARGK savaşçılarına, 16.10.1998 günü de sözde Botan Eyaleti sorumlularına yönelik telsiz talimatlarında; Devlet güçlerine karşı misilleme haklarının olduğu, tek taraflı ateşkeslerin sadece biraz daha hazırlık düzeyinin artırılması ve siyasi, diplomatik hamle imkanı kazanmaya yönelik olduğu, uluslararası alana açılmanın kesinlikle devletleşme anlamında ciddi bir adım oluşturacağının belirtilmesi gibi olgular, sanığın şiddetten ve bağımsız Kürt Devleti amacından vazgeçmediğini göstermektedir. Dosya içerisindeki belgeler incelendiğinde, sanığın yakalandıktan sonra dile getirdiği barış ve birlik yönündeki görüşlerinin PKK'nın en yetkili organı olan Kongre ve Konferanslara yansımadığı, bu yönde herhangi bir karar alınmadığı görülmektedir. Aksine yapılan yargılamalar sonucunda sanığın Türkiye ve dünya kamuoyuna yönelik beyanlarında, sempati ve siyasal destek sağlamak için barış ve birlikten yana bir söylem kullandığı, buna karşılık örgüte yönelik beyan ve talimatlarında ise şiddeti tırmandıracak içerikte ve sık sık ayrı bir Kürt Devleti kurma idealinin gerçekleşmekte olduğu yönünde mesajlar verdiği sonucuna varılmıştır.
Bu değerlendirmemizi; silahlı çete niteliğindeki PKK'nın 1993 öncesi ve 1993 sonrasında gerçekleştirdiği saldırıların istatistiki bilgileri de doğrulamaktadır. Şöyle ki,

PKK terör örgütünün, kurulduğu 1978 yılından sanığın yakalandığı 15.02.1999 tarihine kadar gerçekleştirdiği;
- Toplam 6036 saldırı olayından 4057’si,
- 8257 silahlı çatışmadan 6057’si,
- 3071 bombalama ve patlatma eyleminden 2403’ü.
- 388 gasp olayından 298’i,
- 1046 adam kaçırma olayındaa 934’ü
- 567 yasadışı gösteri olayından 529’u, 1993 yılından sonra meydana gelmiştir.

Bu tabloya paralel olarak PKK terör örgütü elemanlarınca yaşamlarına son verilen;
- 4472 T.C. vatandaşından 2871‘i
- Şehit edilen 3874 askerden (Rütbeli-rütbesiz dahil) 2778’i,
- 247 polisten 148’i,
- 1225 geçici köy korucusundan 960’ı, 1993-1999 döneminde şehit edilmiş, yaralananlardan da 5620 sivil vatandaştan 4009’u, 8178 askerden 6191’i, 909 polisten 606’sı, 1655 geçici köy korucusundan 1373’ü bu dönemde yaralanmıştır.
         
Keza PKK terör örgütünün güvenlik güçleri ile girdiği çatışmada öldürülen veya yaralı ele geçen ya da kendiliğinden teslim olan eleman sayısı da 1993-1999 döneminde öncesine göre daha fazladır.

        
4) PKK bağımsızlık mücadelesi veren bir örgüt olmayıp, silahlı bir terör örgütüdür. Çünkü bağımsızlık mücadelesi yürüten halklar, kendi egemenlik haklarını ülkeleri üzerinde etkili kılmaya çalışırlar. Bu nedenlerle ancak, o toprak parçası üzerinde hukuka aykırı biçimde egemenlik iddiasında bulunan yabancı güçlerle mücadele etmek, bağımsızlık hareketi sayılabilir.
        
Oysa ülkemizde böyle bir durum bulunmamaktadır. Devlet birlikte kurulmuştur. Türkiye Cumhuriyeti sınırları içerisinde kalan toprak parçası, ortak vatanımızdır. Herhangi bir halkın egemenlik hakkı elinden alınmış değildir.
       
PKK’nın hedef olarak gösterdiği toprak parçası, Türkiye Cumhuriyeti’nin egemenliği altındadır. PKK amacına ulaşmak için kurulduğu günden itibaren, yaygın ve sürekli bir şekilde binlerce adam öldürme, silahlı çatışma, köy basıp ev yakma, yol kesme, adam kaçırma, silahlı gasp, uyuşturucu ticareti... vs. gibi hukuk dışı, insanlıkla bağdaşmayan, yasalara göre her biri ayrı ayrı ağır cezaları gerektiren eylemleri gerçekleştirmiştir. Bu eylemlerle, devletin otoritesi zayıflatılmak, hukuk düzeni sarsılmak, ülkenin kalkınması ve büyümesi engellenmek suretiyle zayıf düşürülüp, vatan ve millet bütünlüğü parçalanmak istenmiştir.
        
PKK’nın gerçekleştirdiği eylemlerin tümü, uluslararası ve ulusal hukuk kurallarına göre terör hareketidir. Zira;
        - 1977 tarihli “Tedhişçiliğin Önlenmesine Dair Avrupa Sözleşmesi”nin 1‘nci maddesinde; adam kaçırma, rehin alma, hürriyeti tehdit eden suçlar, şahısların hayatına yönelik olarak bomba, el bombası, roket, otomatik ateşli silah veya bombalı mektup veya koli kullanmak suretiyle işlenen suçlar terör suçu sayılmıştır.
        - İnsan Haklar: Evrensel Bildirisi’yle, İnsan Hakları ve Temel özgürlüklerin Korunmasına Dair Sözleşme Hükümlerinde de; terör suçları insanlık suçu olarak kabul edilmiş, önlenmesi için hükümler konulmuştur,
        - 1989 AGİK Viyana Kapanış Belgesi’nde; Terör suçlarına ait yöntemlerin ve uygulamaların kınanacağı, hiçbir koşulda teröre hak verilmeyeceği, bu konularda kararlı davranılacağı, suçluların iadesi ve takibi için işbirliği yapılacağı,
        - 1990 Paris Şartı’nda; Devletlerin bağımsızlık egemenlik ve toprak bütünlüğünü ihlal eden faaliyetlere karşı demokratik müesseseleri savunmada işbirliği yapılacağı ve terörün her ülkede suç sayılacağı,
        - 1992 Helsinki Bildirisi’nde; Terör hareketlerinin kayıtsız şartsız kınanacağı ve terör
tehdidinin ortadan kaldırılması için işbirliği yapılacağı, 
        - 1993 Viyana İnsan Hakları Dünya Konferansı Deklarasyonu’nda; egemen ve bağımsız ülkelerin toprak bütünlüğü ve siyasi birliğini tamamen veya kısmen tehlikeye düşürecek her türlü hareketin makul karşılanmayacağı, teşvik edilmeyeceği, terörizmden korunma ve mücadelede işbirliğini geliştirmek için gerekli tedbirlerin alınacağı belirtilmiştir.
        - 3713 Sayılı Terörle Mücadele Yasası’nın 1’nci maddesinde ise terör “Baskı, cebir ve şiddet, korkutma, yıldırma, sindirme veya tehdit yöntemlerinden biriyle Anayasa’da belirtilen Cumhuriyetin niteliklerini, siyasi, hukuki, sosyal, laik, ekonomik düzenini değiştirmek, Devletin ülkesi ve milleti ile bölünmez bütünlüğünü bozmak, Türk Devleti’nin ve Cumhuriyeti'nin varlığını tehlikeye düşürmek, Devlet otoritesini zaafa uğratmak veya yıkmak veya ele geçirmek, temel hak ve hürriyetleri yok etmek, Devletin iç ve dış güvenliğini, kamu düzenini veya genel sağlığı bozmak amacıyla bir örgüte mensup kişi veya kişiler tarafından girişilecek her türlü eylemlerdir.
           
Bu kanunda yazılı olan örgüt iki veya daha fazla kimsenin aynı amaç etrafında birleşmesiyle meydana gelmiş sayılır.
          
Örgüt terimi Türk Ceza Kanunu ile ceza hükümlerini içeren özel kanunlarda geçen teşekkül, cemiyet, silahlı cemiyet, çete veya silahlı çeteyi de kapsar” biçiminde tanımlandıktan sonra, 2’nci maddesinde de, “1‘nci maddede belirlenen amaçlara ulaşmak için meydana getirilmiş örgütlerin mensubu olup da, bu amaçlar doğrultusunda diğerleriyle beraber veya tek başına suç işleyen veya amaçlanan suçu işlemese dahi örgütlerin mensubu olan kişi terör suçlusudur....”,  3’ncü maddesinde “Türk Ceza Kanunu’nun 125, 131, 146, 147, 148, 149, 156, 168, 171 ve 172’nci maddelerinde yazılı suçlar, terör suçlarıdır’ denilerek hangi suçların terör suçu sayıldığı gösterildikten sonra, 4’ncü maddesinde de Türk Ceza Kanunu’nun 145, 150,151,  152, 153, 154, 155, 157, 169, 384, 499/2’nci maddesindeki suçlarla 2845 sayılı yasanın 9’ncu maddesinin b ve c bentlerinde yazılı suçların 1. maddede belirtilen terör amacıyla işlenmesi halinde terör suçu sayılacağı belirtilmiştir.
         
Bu kurallar karşısında; PKK’nın silahlı bir terör örgütü, gerçekleştirdiği eylemlerin de birer terörizm hareketi olduğunda kuşku bulunmamaktadır. Nitekim bu değerlendirmemiz, PKK'nın silahlı-bölücü bir terör örgütü olduğu yönünde verilmiş bulunan binlerce Yargıtay ve Mahkeme kararlarıyla da teyit edilmiştir.

 

       

    
Google
belgebilgi.tr.gg Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol